Yavaşça yatağından kalktı. İşe gitme vakti gelmişti yine. Elini yüzünü yıkadı. Çay poşetini bardağına koyup üzerine sıcak suyu döktü avrupalılar gibi. ‘’Ne garip, artık çay demleme alışkanlığından bile uzaklaştım bu soğuk ülkede!’’ diye düşündü. Az değil, tam yirmi yıl geçmişti Ayşe Hanımın ülkesinden ayrılıp biraz para kazanmak, biraz rahata erebilmek için kocasıyla birlikte bu uzak Avrupa ülkesine geleli. Çocukları büyümüş, evlenmiş ve herbiri kendi evine yerleşmişti. Ama iki yıl önce kocası ansızın bir kalp krizi geçirip dünyaya veda edince yapayalnız kalmıştı birden. En büyük isteği memletine dönmekti. Çocukları da bu istekle, döndüklerinde bir iş kurabilecek bir ortam hazırlamak için para biriktirmeye başlamışlardı. ‘’Emekli olmama bir yıl kaldı’’ diye düşündü. Masayı topladıktan sonra hemen yola koyuldu. Hava ağarmamıştı henüz ama yağan karın beyazlığı aydınlatıyordu ortalığı biraz. Gelen otobüse binip beş dakika içinde çalıştığı hastaneye geldi. Üstünü değiştirip işe koyuldu hemen. Artık dilini anlıyordu bu insanların. Temizlik işi o kadar zor değildi otomatik makinalarla. Ağır şeyler kaldırmadan muayene odalarının, servislerin temizliği derken aynı şeylerle meşgul olarak geçiriyordu vaktini. Yemek molasında yandaki bir başka klinikte çalışan memleketlisi Hatice Hanımın yanına gider ve birlikte dertleşirlerdi. Paydos vakti gelince de hemen evine dönerdi. Haftanın bir günü kızına, bir günü de oğluna gidiyordu, hafta sonları da çocukları ve torunları onda biraraya geliyorlardı. ‘’Şükür ki aynı şehirde oturuyoruz’’ diyordu. Oğlu yabancı bir kızla evlenince çok yadırgamıştı önce, ama zamanla gelininin kendilerine ayak uydurmasından memnun kaldığından, artık pek şikayet etmiyordu.
Memlekette kasabasında tanıdığı yaşlılardan pek çoğu göç etmişti bu dünyadan. Kasabasında geçen günler, düğünü, çocuklarının doğumu, ekonomik sıkıntılar, komşuları, hepsi geride kalmıştı. Gerçi birkaç yılda bir tatilde kasabasına gittiğinde kalan büyüklerinin yanına uğrar, gönüllerini alırdı. Günde beş vakit ezan sesini huşu içinde dinler, tatildeki bu birkaç hafta içinde bir bakıma depolamaya çalışırdı bu sesi kalbine ve belleğine. Ezan okunurken başka şeylerle meşgul olan, konuşan insanları anlayamıyordu, kulakları alışıktı ve biraz da duyarsızlaşmışlardı insanlar anlaşılan. Oysa o, bu sesi şimdi burada da duyabilmek için nelerini vermezdi! Teybe aldığı ezan sesini burada vakit geldiğinde günde beş kez teybin düğmesine basarak dinliyordu, bu alışkanlık içinde yetiştirmişti çocuklarını da. Namazını sürekli kılmaya özen gösteriyordu ama ‘’hep bu dünya telaşeleri’’nden kazaya kalan vakitler hiç te az olmuyordu. Gözleri doluyordu namaz kıldığı anlarda dua ederken. Arasıra uzaktan duyulan çan sesleri de bozamıyordu böyle anlardaki duygu coşkunluğunu.
Memleketinde iken pek kitap okuyamamıştı, ortaokulu bitirdikten sonra bir ara liseye başlamış ama ekonomik nedenlerden dolayı bırakmak zorunda kalmıştı öğrenimini. Okumaya olan merakı bu gurbet ülkesine gelince daha da arttı. Aynı zamanda bu toplum içinde kendi kimliğini koruyabilme azmiyle memlekete her gidiş gelişinde yeni kitaplarla birlikte dönüyordu. Çocuklarının kimliğini yitirmesi en çok korktuğu şeylerin başında geliyordu. Kendi okuyabildiği kadar okuyor, çocuklarını da okumaya teşvik ediyordu her fırsatta. Buraya göç ettiklerinde öyle pek genç olmadığı halde bu yabancı dili yaşına göre çabuk sayılabilecek bir şekilde öğrenmişti. Burada birçok kişinin kitap okuma alışkanlığından, kütüphanelerin genelde hep dolu oluşundan çok etkilenmişti ilk geldiği yıllarda. Okuduğu kitaplar genellikle dini kitaplardı ama klasikleşmiş büyüklerin kitaplarını yeni yazıya çevrildikçe tedarik etmeye çalışıyordu. Kasabasındaki tanıdığı kitabevinin sahibi onun bu özlemini bildiğinden yeni kitaplar geldikçe yolluyordu ona da. Bazılarının dili ağır geliyordu, bazılarının konusunu pek anlamıyordu ama ‘’ben anlamıyorsam belki çocuklarım, onlar da anlamazsa ileride torunlarım anlar’’ diyerek özenle koruyordu bu kitapları. Merhum kocası pek fırsat bulamamıştı kitap okumaya yaşamında, hem memleketinde hem de bu gurbet ülkesinde ağır işlerde çalışmak zorunda kalmıştı ama karısının kitap merakını hep takdirle karşılamış ve desteklemişti onu. Birlikte geçirdikleri bunca yaşam mücadelesinin sonunda yorgun çıkmış ve sigara tiryakiliğinin de olumsuz etkisiyle yıpranan kalbi karşı koyamamıştı bir gece ansızın gelen ölüm işaretine.
Geçmişte iyi kötü geçen günlerini düşündü yeniden. Sonra kitaplığının en üst rafındaki Kutsal Kitabı açıp okudu merhum kocasının ruhuna hediye etmek üzere.Öldükten sonra herkesin kayıp-kazanç defterinin kapandığını, ama arkasında eser, kitap ve hayır dua edecek evlat bırakanların defterlerinin açık oalacağını biliyordu ya. Sürekli okumakla onun kazanç hanesine sürekli bir katkıda bulunacağını, onun ruhunu dinlendirmiş olacağını biliyordu ya. Aslında bunun Tanrı’nın hep bağışlamak için insanlara verdiği sonsuz bahanelerden biri olduğunu da biliyordu. Hem okuyanın, hem de kendisinin ruhu için okunanın kazanç hanesine işleniyordu bunlar. Az da olsa sürekli okuyor, okuduğu bölümlerin ayrıca meallerini de takip etmeye çalışıyordu. Okuduğu her bülümden sonra, eninde sonunda dönüşün O’na olduğunun şuuruna varıyordu. Bu yabancı ülkede gurbeti yaşarken sıla özlemini nasıl derinden duyuyorsa, o kadar derinden duyabiliyordu O’na dönüşün mutlak sılaya dönüş olacağını, yani bu dünyanın da aslında bir gurbet olduğunu. O, bu gurbet içinde ayrıca bir de kendi gurbetini yaşamış oluyordu. Sonra hastanede temizlediği odalarda ölüme uğurlanan insanları düşündü birden. Bunca yıl süresince az ölüm görmemişti hastanelerde. Genç ya da yaşlı, her ölüm olayında içi bir garip oluyordu. Hemşire ve doktorların ellerinde ilaçlarla ağrılarını kesmeye, son dakikalarında canlandırmaya çalıştıkları hastaların öbür dünyaya göçünce nelerle karşılaştıklarını düşünmeye gücü yetmiyordu. Ne olurdu bütün bu insanlar da bilselerdi, inansalardı onun inandıklarına! Bu dünyadayken hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayan ve bu dünyayı kendilerinin sanan, aslında gurbette olduklarından habersiz olan, ve sıla diye birşey duymamış olan bu insanlar, eğer bilselerdi onun bildiklerini! Bilmek yetecek miydi, keşke inanabilselerdi! Keşke inandırabilseydi bütün bu insanları inandıklarına! Tek başına buna gücünün yetmeyeceğini biliyordu. Dili dönmezdi bu kadarını anlatmaya. Bu insanların dilini çok iyi bilen binlerce insan gerekiyordu, belki birkaç televizyon kanalı sürekli yayın yapan, ve şairler, filozoflar, ve aşk ateşiyle yanan dervişler. Ve güzel mimarisiyle bu ülkelerde boy verecek Hakikat Medeniyetinin camileri, kubbeleri, şadırvanları.
Gece vaktin ilerlediğinin farkına vardı gözkapaklarının ağırlaştığını hissedince. Ertesi gün yeniden başlayacak koşuşturmacaya ayak uydurabilmek için, uykuya teslim ediyordu yeniden hüküm hakkını.
Yüksel Peker, 1995