ATLAS Dergisi, Şubat 2002, “ATLASNAME” KÖŞESİ
Özcan Yüksek
Keşke ben görebilseydim. Ama vakit çok eski. On dokuzuncu yüzyılın sonunda Amerikalı bir coğrafya yazarı İstanbul’a gelmiş ve izlenimlerini yazıyor. Biz de yüz yıl sonra okuma fırsatı buluyoruz. Siyah beyaz fotoğraflar da geçmişin aynası gibi karşımızda duruyor. Ama önemli olan bu aynanın neyi yansıttığı, sizin neyi gördüğünüz. Amerikalı dostumuz, “Eğer güzelliklere duyarlı bir gözü olduğu kadar kuvvetli bir mizah duygusu varsa burada çok iyi vakit geçirecektir” diye hazırlıyor okuyucusunu.
Yenicami’nin merdivenlerine oturmuş sarıklı, cüppeli, sakallı adamların fotoğrafına bakıyorum. Fotoğraf altı şöyle yazılmış: “Tartışma, Doğuluların en sevdiği iş. Saatlerce çekişe çekişe pazarlık etmek, ufak tefek meseleler üstüne felsefe yapmak ve hemen her olayda münakaşa etmek için zaman sıkıntısı çekilmiyor.”
Devam ediyor:
“Avrupalı işverenlerin beklentilerini karşılayacak yeni usulleri öğrenme konusunda yavaş ve isteksizler… Spor konusunda söylenebilecek şey çok az. Ne yazık ki, iktidardaki İttihat ve Terakki Partisi’nin yarış ve spor karşılaşmalarına yönelik ilgiyi artıracak tüm girişimleri sonuçsuz kalıyor. Bir ağacın altında oturup tütün sarmaktan zevk almayı heri şeyin önünde tutan insanların yeni alışkanlıklar edinmesi zaman alacağa benziyor.”
Misyoner bir ruhla geldiğinde, gördüklerin ve hissettiklerin bunlar oluyor tabii ki. Misyoner ruh, başlangıçta Hıristiyanlığı yaymaya dayalıydı. Sonra Batı’nın Doğu’yu uygarlaştırma, modern olanın yabanıl ve geleneksel olanı silme, tüm tarihi, kültürü ve değerleri kendine doğru akıtma biçimine dönüştü. Şimdi yeni biçimler altında devam ediyor. En büyük sırrı, olan bitenin, yıllar yıllar sonra anlaşılabilmesi. Narkoz etkisinin uzun sürede geçmesi.
Misyon sözcüğü (Latince missio), “göndermek” anlamına gelir.
Hıristiyan inancına göre, kilise, Tanrı’nın misyonunu (missio Dei) yerine getirmek üzere doğmuştur. İncil der ki, “Git ve Tanrı, onun oğlu ve Kutsal Ruh adına bütün uluslara tebliğ et.”
Hıristiyanlık, başından beri kendisini bir dünya dini olarak görmüş, ırk, ulus, kültür ayrımı yapmadan bu dinin yayılmasını amaç edinmişti.
En büyük misyoner Aziz Paul’dü. Özellikle Anadolu’yu ve büyük Yunan kentlerini kendisine çalışma alanı seçmişti.
Doğuya giden yolların kesildiği tarihte Avrupa’da Keşifler Çağı başladı. Yeni kıtalar, ülkeler ve Hıristiyan yapılacak yeni insanlar. Amerika, Asya, Okyanusya ve Afrika, Avrupa yayılmacılığı ve Hıristiyanlaştırma çabalarının yeni coğrafyalarıydı. Sömürge ve misyon artık birbirinden ayırt edilemeyen iki sözcük olacaktı.
Aslında Hıristiyan misyonerliğinin bir başka gerekçesi daha vardı. Kıyamet gününü ve İsa’nın Mesih olarak dönüşünü beklemek. İsa’nın dönebilmesi için Tanrı’nın krallığının tüm yeryüzünde kurulması gerekmekteydi.
Matta İncili, “Tanrı’nın yolunu hazırlayın” diye buyurmuyor muydu? Örneğin Kristof Kolomb, Hindistan’da şeytanın saltanat kurduğunu düşünüyor, batıdan gidip bu ülkeye ulaşabileceğini hayal ediyordu. Hesaplamalarına göre İsa’nın dönüş zamanı yakındı. Tarihin en büyük misyon gruplarından Cizvitlerin liderlerinden Francis Xavier de, 16. yüzyılda, şeytanı yenmek için Hindistan’ı ve Japonya’yı hedef seçmişti. Protestanlar bir yüzyıl sonra devreye girdi. Lutherci Bartholomaus Ziegenbalg ve Heinrich Plütschau, 18. yüzyılın başlarında Hindistan’da misyondaydılar.
Misyonun misyonu sadece “Barbarları” hak yoluna davet etmek değildi. Onları eğitmek, ama her konuda eğitmek de vardı. Amerika kıtasının işgali, Kızılderililerinin akıbeti çok büyük ve bilinen bir trajedidir. Ama Güney Asya’da Avrupalıların karşılaştığı ilk kabile ve ilksel topluluklara karşı daha sabırlı davranılmıştır. Çünkü bu “ilkel”leri Hıristiyan yapmak, “günahkâr”lıktan kurtarmıyordu. Çıplak dolaşıyorlar, serbest aşk yaşıyorlar ve üstelik sevişmenin pek çok çeşidini denedikleri için misyonerleri ürkütüyorlardı. Misyonerler, “Tanrı’nın kabul ettiği” tek pozisyonu onlara benimsetmeye çalışıyor, diğer sevişme pozisyonlarını günah sayıyorlardı. İyi bir Hıristiyan olmak için bunlara uymak zorundaydılar.
Avrupalının verdiği “nasıl sevişilir” derslerinin etkili olup olmadığını bilmiyorum. Ama “misyoner pozisyon” sözcüğü, Batılı cinsel literatüre geçmekte gecikmedi. Kadının sosyal hayattaki konumu, aşk oyununda da aynıydı. En azından misyon ideolojisinin hâkim olduğu zamanlara kadar. Ama özellikle 60’lı yıllarda “Cinsel Devrim”i yaşayan Avrupa ve Amerika’ya, bu topluluklardaki cinsel özgürlük büyük ilham verecek, modern toplum, “ilkel” dediği bu dünyadan çok şey öğrenecekti.
Misyon sözcüğü artık dinsel anlamını çoktan yitirdi. Artık “kaba” sömürgecilik yok. Ama gelişmiş toplumların, bizim gibi “gelişmemiş” toplumlara “uygarlık” getirme, “eğitme”, “kalkındırma”, misyonları devam ediyor. Onlar çizgisel tarihin daha ileri bir aşamasından bize bakıyorlar. Daha üstteler. En büyük başarıları, misyon ruhunu minik bir bilgisayar chip’i gibi bilincimizin derinliklerine yerleştirmek oldu. Modernizmden kaçması imkânsız Doğulunun fazladan bir benliği daha oldu. Bu benlik diğer benlikleriyle devamlı köşe kapmaca oynuyor. Şöyle konuşuyor, Batılı benliğimiz:
Müslüman kalabilirsin ya da başka bir dinde, ama beni yakalamak için değişmelisin dostum. Dilini değiştirmelisin önce. Yüksek ortamlarda benim dilimi kullanmalısın. Benim dilimi ikinci dil ya da yabancı dil olarak öğrenmen yetmez. Kendi dilin yabancı kalmalı, hatta neredeyse etnik bir dil, benim dilim ise yüksek ortamlarda anadil olmalı. Nedir bu yüksek ortamlar? En başta yüksekokullar. Sonra liseler, ortaokullar, ilkokullar, hatta anaokulları. Kendi dilinle konuşmak sende aşağılık duygusu yaratmalı. Örneğin marketing (pazarlamanın yüksek olanı) alanında benim sözcüklerimle cümleler kurmalısın. Kendi dilinle ifade etmeye çalış bak, ne kadar da bayağı kalıyor. Global dünyanın bir parçası olarak kendini hissetmek istiyorsan, benim yaptığımı iyi yapmalısın.
Gazetelerinin, televizyonlarının isimleri bile benim dilimde olacak (Eskiden beri olanlar kalsın).
Edirne’den Sibirya’ya kadar bütün Türkler, gökteki yıldıza yıldız der, ya da “cıldız”. Biliyorum binlerce yıldır bu böyleydi. Ama artık star demelisin. Unut artık yıldızı. Senin yıldızın geçmişte değil, Doğu’da hiç değil, bizim tarafta. Zaten bu konuları da sana ben öğretmiyor muyum? Hangi ülkede Orta Asya ile ilgili daha çok araştırma yapılıyor sanıyorsun, sende mi bende mi? Bırak sözcükleri, harfleri bile istediğim gibi okuyacaksın. Kendi harfini benim okuduğum gibi söyle. Entivi de, mesela. Diğer türlü söylemeyi dene, bak, sen de gördün, ne kadar da bayağı, köylü, doğulu bir “sound” değil mi? Hem sen değil misin modern olmak isteyen? Kendini ve kültürünü, dilini, geleneklerini, geçmişini aşağıda hissetmezsen (açıkça değil tabii, içinde, sadece içinde) bu metamorfozu gerçekleştiremezsin dostum. Paşa’ya Pasha, Leyla’ya da Laila diyeceksin ve yazacaksın. Biraz oryantalist ama, daha “Batılı gözüyle bir Doğulu şıklık!” Sen bakma köşk sözcüğüne, biz artık ona kiosk diyoruz, sen de öyle söyle. Hah şöyle! Ne diyoruz, concept yaratmalıyız. Yaratıcı ol, kendine creative de. Fabrikayı Ümraniye’de kur, markanı İtalyancadan al. Yoksa malını satamazsın. Türk olduğu anlaşılırsa ya da Türk gibi gözükürse kimse evine sokmaz. Sen ona, Türk olmayan bir isim bul en iyisi. Kimse de sana kızamaz. “Trend” böyle. Tavuk bile satamazsın. Neden, Mudurnu Chicken oldu sanıyorsun? İnsanlar tavuk değil “chicken” yemek istiyor.
Ne zamandır, radyolar “Goooooood morning Türkiye” diye sesleniyor. Bizi uyandırmak için olsa gerek.